5 Ocak 2009 Pazartesi

Gece güne değmeden önce söyleyeceklerim var...

Tesadüf...


Dibi delinmiş dünyanın... Burcu burcu göz yaşı... Yarelendik...


Bir sisin olağanca karanlığına parelendik... Daldıkça koca dehliz, daldıkça ateşten hareler... Bitti denilen umutların peşinde, “son bir defa” daha dilendik. Nefeslendik ! İstiyorduk bir taze huzur, bir tatlı göz (y)aşı... Gözleri gülen bir yare harelendik...


Dil uzatılıyordu görkemli mabetlerimize... Oysa eksik mutluluklarımız vardı ve ben eksik bir grafikte mutluydum... Tılsımlı bir göz yaşı değince avuçlarıma, kan birikti sanıyorlardı... Bayram oluyordu onlara... Oysa mutluydum...


Peki neydi tesadüflerimiz, an’ı gelince yeşeren yakarış ağacımı? Sözün sessizliği neydi; iç konuşmalarım mı?Ya da bir karanlığın ürkekliği mi?...


Sınanıyorduk bilinmedik bir seslenişte...


Kaç umut daha aç kalacaktı, kim bilir? Eteğimden dökülen kirli gözler, dizimde ağrı oluyordu... Hangi akşama sığınsam, gün ağarıyordu... Gün ışığında an-be-an açıkta kalıyordu korkularım. Saklanabildiğim kadar saklanıyordum ben , çarşaf altlarında, vitrin köşelerinde... Unutuyordu(m) hatırladıklarımı... Başımı çarpıp yer yüzüne,hafızamı kaybedip, savunuyordum kendimi; “Sorumlu değilim sözlerimden, yaptıklarım bana ait değil...”


Sadece sen vardın “güzel olan”... Bir tek sen...


Kimliğini çıkaramadığım, hatırlasam canımı yakar sandığım, tüm gücümle hatırlamaya çalıştığım sendin... Sadece güzel olan sen... “Yolculuklarımda yalnızlığım, bir bilinçaltı, bir hayal, bir hayat kaybı, bir tesadüf işte...”diyebildiğim, sen vardın... Sislerin ardından yarıpta karanlığı, elimden tutacak olan ansızın, yine sen... Sadece güzel olan sendin diyordum, bir tek sen...


Kötü kalpli insanların düzmece fiyaskolarına rastladım... Sahi neydi mutsuzluktan mutluluk çıkardıkları? Bırakıp gittikleri mi?Gitmesini zorunlu kıldıkları mı? Ardındaki zevk-i sefa... Akıtmaz mıydı gidene yüreğinden bir dökümlük kanı?... Sızı olmaz mıydı hiç,onun yüreğinden akıttıkları?...


Gece güne değmeden önce söyleyeceklerim var...


Gündüzden önce uyanmak başkadır. Gecenin o bitmeyen uğultusu içinde, rüzgarın ağaç yapraklarıyla seyri bir başka... Bir tek dalın bile kıpırdamadığı bu günlerde, gündüzle gece arası o tek anda bir ılık rüzgar eser ya, işte ondan bahsediyorum.


Tüm şer kırıntıları gecenin karanlık kuşağında asılı kalmıştı. Ben günden önce uyanmıştım; bir hafiflik ve ince, hoş bir yalnızlık düşmüştü içime... Kıvamı yerinde; acımın da, yalnızlığımın da, rüzgarımın da...


Keyfime diyecek, öykümeyse söyleyecek söz kalmamıştı. Sükutun en derini gelmeliydi acı bitince... Bir hafiflik ki öyle ince, öyle hoş bir sadelikti, ki lügatimde adına “yalnızlık”ta denirdi.


İlk kez huzurlu bir gidiş uğurluyordum, huzurlu ölümlere yumuyordum gözümü... Tüm yaşanmışlıkların somurtan yüzüne inatla yaşayamadıklarımdan dövünmüyordum. Ölmüyordum bu kez... Rüzgar şiddetleniyordu iç sesimi duydukça...


Ölmüyordum bu kez...


Korkmuyordum... Ölü bir aşk nefesini dualarla soluyordum, sonra uğurluyordum içimden... Terk ediyordum bir bir acılarımı... En sevdiğime “terk ediyordum” acılarımı gizliden gizliye...


Mazot kokulu şehrin iç tabanlarına satıyordum düşsüzlüğümü... İstanbul’un dilinden bir türlü düşmemişti öfkelerim... Anlatıyordu sorgusuz, sualsiz... Kavgalarım bir tatlı tınıyla son buluyordu. Bestelenmemiş, nihavent makamında, açıklanmayan o tatlı nameyle aralanıyordu içimin labirentleri... Uyandığımda bir başı aklımda kalıyordu, bir de sonu... Bir rüyaya dönüşüyordu gerçek bildiklerim...


Bir iç sesi savuruyordu dudaklarıma; “boşver diyordu”... “Boşver...” “Kendine iyi bak, üzülme ve yorulma... Hayat bu... Her şey bitip, çıkınca görüş kabininden; biteceksin... Silineceksin... Tekrar var olacaksın bensizliğinde...”


Düşündüm, biraz daha geç kalmadan ve gece uyanmamışken...


Ne kaldı? Bir damla gözyaşın kaldı mı kurguladığın koca okyanustan geriye... Kurudu dehliz, öyleyse boşver... Ölüme dönüp sırtını, ölümsüzlüğe aç kollarını... -“Sana geldim” de “son” a...-*


Kilitler açılsın...


Ki yalan değil miydi ölümden başkası?... Bu sarsıntının sonu bir avuç kara topraktan ibaret değil miydi?... Öyleyse neden bu vaktin darağacına asılmalar? Ve neden bunca hüzün nöbetleri? Gülmeyi haram kılıp ruhumuza, kendimizi yaşarken bir ölü toprağına sermekte neyin nesi?

İmtihana tabi tutulan ruhu yönetecek güç nerde? Hesabı sorulmaz mı sanırsınız akıtılan göz yaşlarımızın? Kula kul olmak yoksa (s)özümüzde, artık silkelenip kendine gelmeli...

Kilitler açılsın... Gönül kavgasına son verilsin bu gece... Hiç bir hayal, yalnızlığın pençesinde kıvranmasın.... Ölü bir nefesle son bulmasın masallar, kanlı bitmesin... Ardına bakamasın gidenler... Sevinemesin mutsuz edişine... Yar elinde küle dönüşecek bir yüreğin siparişi verilsin yeniden...


Sahte sözlere pahalı bedeller ödendi elbet...

Kes bileğimi acımaz, kanımda mutluluk tufanı var... Özlemlerimin bilincindeyken, karayele direnme gücüm var... Hiç bir sarsıntıya mahal vermeyecek, kağıttan ama taştan dirençli setlerim var... Hiçbir yıkıntıya boyun eğmeyecek ilahi gücün sesine nefesimi verdim bu gece... Yıkılmam... Öyle huzurlu , öyle dingin; bir düşün içinde bir “mutlu son”um var...


Yaralarımızın bir iç çöküşe sahne olmasına bu kez göz yummuyorum. Dilimde umutvari yakarışlarla, gönlüme sufle veriyorum... Yar sesimi duysun diye, yar (!) sesini duyuyorum...Yar hangi acıya yaren olmadı ki yüreğime düş/eli, aşk’tan düş! Aşka gel, aşklaş gel bu gece...


Sızılarım diniyor...


Hepimiz bir iç tanığın kurbanıyız... Öyle yakarış dolu, öyle muhafazakar ve öyle tanıklı... Şimdi ona “mutluyum” diyebilmenin şevki var içimde... Hüzün kovan kuşlarına yuva yaptım, göçmesinler bu güz.... Kanadına ekleyip yeni bembeyaz gülüşleri, yeni kayıt dışı seferlerde nihayet bulmalı bu düş...

Emanet edip sevgiliye; “gözlerime iyi bak” diyebilmeli, bir son söz...

Hiç yorum yok: